08/04/2009

Kırmızı Pazartesi/Cronica De Una Muerta Anunciada

Her yazar, yazdığı en son romanın en iyi romanı olduğunu sanır. Benim bu romanım için böyle düşünmemin nedeni, yapmak istediğimi tam olarak gerçekleştirebilmiş olmamdır. Romanlar, yazılırken yazarlarının elinden kaçıp kurtulmak isterler. Romanın kişileri, kendi özyaşamlarına dönerler, en sonunda da canlarının istediğini yaparlar. Ben hiçbir romanımda bu romanımdaki kadar ipleri elimde tutamadım. Belki bunu konu ve hacim nedeniyle başarmışımdır. Konusu çok sert olan ve hemen hemen polisiye bir roman gibi işlenen bir roman bu. Üstelik oldukça da kısa. Sonuçtan hoşnutum. Bundan önce de en iyi romanım 'Yüzyıllık Yalnızlık' değil de 'Albaya Mektup Yazan Kimse Yok' adlı yapıtımdı. Ben öyle sanıyordum; ve bunu da sık sık söyledim. Şimdi de en iyi romanımın 'Kırmızı Pazartesi' (Gronica de una muerte anunciada) olduğunu sanıyorum.
Gabriel Garcia Marquez

Gabriel Garcia Marquez ile tanışmama vesile olan bir kitaptır bu. Kalın değil ama inceliğine bakıpta basit bir konusu var sanmayın. Benim Marquez'e aşık olmamın sebebidir bu roman. Uzun zamandır kitap okumamanın getirdiği suçluluk duygusunu kitap tanıtımı yaparak birazcık da olsa gidermek istedim.


G. G. Marquez'in tarzı büyülü gerçeklik olarak tanımlanıyor. Gerçekten de okuyanı büyülüyor. Çocukluğu büyülere, efsunlara ve bir sürü başka batıl inanca yürekten inanan teyzeleriyle geçmiş. Bu yüzden bize efsane gibi gelen öyküler aslında Marquez'in gerçekliğinin bir parçası.


G. G. Marquez bu romanı yazmak için çok uzun yıllar beklemiş. Bu eserinde röportaj tekniğinden fazlaca yararlandığını söylüyor. Kitabın başında İspanyol gazetesi 'El Paise' de yayınlanan kısa bir söyleşisine yer vermişler. Bu arada Kırmızı Pazartesi ile yazar 1982 Nobel Edebiyat ödülünü kazanmıştır.


Hikayenin sonu başından belli gibi görünse de devamında neler olacağını merak ediyor ve heyecanla bekliyorsunuz. Öykü yaşanmış bir olayı, 1950'ler de Kolombiya'nın küçük bir kasabasında işlenen bir cinayeti konu alıyor. Kimin öldürüleceğini ve kimlerin öldüreceğini daha ilk sayfalarda öğreniyoruz. Buna rağmen bu olayın nasıl olacağı ve o ana gelene kadar ki gelişmeler okuyanı kendine bağlıyor.


Aslında bu bir 'töre' ya da diğer adıyla 'namus' cinayeti. Santiago Nasar Arap kökenli 21 yaşında bir genç. Bir gece önce bütün kasaba ile beraber katıldıkları düğünde eğlenip, yiyip içtikten sonra o da herkes gibi evine gidiyor. Ne var ki ertesi gün hayatının son günü olacağından habersiz. Düğün gecesi damat gelinin bakire olmadığını öğreniyor ve kız bekaretini bozan kişinin Santiago Nasar olduğunu söylüyor. Kimse de bu bilginin doğruluğunu araştırmaya kalkmıyor. Kadınları kendi namusları olarak gören bütün az gelişmiş ülkelerin erkekleri gibi kızın kasap olan ağabeyleri de namuslarını temizlemeyi görev ediniyorlar.


Ertesi gün Santiago Nasar'ın öldürüleceği bilgisi kasabaya yayılıyor. Basiretsizliklerinden mi? Yoksa ciddiye almadıklarından mıdır? Bilmem neden kimse bu cinayeti engellemek için bir şey yapmıyor. Bana kalırsa, kasaba halkının tepkisizliğinin sebebi böyle bir olayın gerçekleşeceğine inanmamış olmaları. Katiller bile kendilerini durdurmaları için birilerini bahane etmeye hazır. Yine de serde erkeklik olduğundan geri adım atamıyorlar. İşin en kötü yanı Santiago'nun gerçek 'suçlu' olup olmadığını kimsenin bilmemesi.


Hani bazı filmler vardır; filmin kahramanı bir yere gidecektir ama herkes bilir ki onu orada bir tehlike beklemektedir. En basitinden başına bela alacaktır. Bazı heyecanlı seyirciler ( benim gibi : P) gitme der oturduğu yerden. Sanki sesini duyarabilecekmiş gibi  : ) ben bu kitabı böyle bir ruh hali ile okudum. Herkesin bildiği bir sonu haber verip engellemek isteyenlerin de şansızlıklar peşini bırakmıyor. Kader denen şey böyle bir şey olsa gerek.


Her ne kadar bu polisiye bir roman olsa da; arka planda Latin Amerika'nın kültür yapısı, insanların psikolojisine de yer veriliyor. Başladığınız anda elinizden bırakamayacağınız ve bir solukta bitireceğiniz bir kitap. Okuyun pişman olmazsınız.


Online satın almak için buraya tıklayın.





4 yorum:

ruzigar dedi ki...

istanbul'da şehir tiyatrolarında aynı adlı bir oyun var, bu kitaptan uyarlama sanırım, fırsatını bulunca gideceğim, sağol önerin için, hımm kitabını da okuyabilirim tabi :)

lafea dedi ki...

O oyunu göremedim bir türlü. Filmi de varmış diyorlar yeni öğrendim ama hiç biri kitabın yerini tutamaz.

araksus dedi ki...

Kırmızı Pazartesi'nden Sonra

Son satıra daha gelmeden önce buz kesilmiştim fakat baskın bir şekilde yanaklarım odanın sıcaklığından al al olmuştu. Bu garip duruma şaşırmamıştım çünkü ben.... O anda yağmur siste kayıp olmuştu. Sinekler pencere camlarına serpilmiş damlacıklar etrafına kümelenmeye başladı. Tam karşımdaki sokak lambası ilkel bir şaşkınlıkla sönüyor. Gerisi karanlık..
Sırf bu yüzden hayatı vardiye yaşıyor. Gabriel bağırıyor boğuk ve soğuk sesiyle "heyyyyyy" diye İspanyolca bağırıyor. O an kapı zili kesik ve aralıklı çalıyor. Koca bir ama çekiyorum. Bulutlar güneşin önünde geçip onu gizleseler bile güneş hep oradaydı diye söylenip durmuş olsamda dönüp dolaşıp bir yere konamayan bulut ben olmuşumdur. Gabriel beni çileden çıkarttı. Sonra ortalığı yüzyıllık bir yalnızlık kapladı.

admin dedi ki...

Bu yorumdan sonra benim tanıtım yazım pek bir yavan kaldı. Parmaklarına sağlık diyebilirim ancak.

Yorum Gönder