KONUSU: 1930'lu yılların ortalarında ABD'deki 'büyük ekonomik buhran' tüm ağırlığıyla hüküm sürerken New Jersey'in küçük bir kentinde bir lokantada garson olarak çalışan Cecilia (Mia Farrow) geleceği olmayan işinden ve kaba saba bir insan olan işsiz ve alkolik kocasından (Danny Aiello) bunalmış, çaresizce sığınacağı bir şeyler aramaktadır. Buhran yıllarında birçoklarının yaptığı gibi o da gerçeklerden kaçmak, bir süreliğine de olsa hayal dünyasına dalıp mutlu olmak için fırsat buldukça kendini sinemanın loş salonuna atar. Bir gün 'Kahirenin Mor Gülü' adlı bir filmi sekizinci kez izlerken garip birşey olur, filmin baş oyuncusu olan Tom Baxter (Jeff Daniels) seyircilerin arasındaki Cecilia'ya dönerek 'Bunca kez geldiğine göre filmi çok sevmiş olmalısın' der ve perdeden çıkıp salona atlayıverir, ve filmdeki rol arkadaşlarının bütün itirazlarına rağmen filme geri dönmeyi reddeder... (sinemalar.com'dan alıntıdır)
O çok sevdiğiniz aktör ya da canlandırıdığı karakter, ekrandan size baksa ve dese ki: Sen çok seviyorsun bu diziyi-filimi 1.000. kez mi izliyorsun? Haydi gel dese ne düşündürdünüz? Tabii ki aman yarabbim hayal görmeye başladım, aklımı kaçırıyorum vb... dışında :) Tam da bugünlerde başka bir gerçekliğin içinde olsak ne iyi olurdu değil mi? (tarihe not gezi parkı olayları) Peki o karakter ekrandan ya da beyaz perdeden çıkıp, yanınıza gelse. Aşık olsa size?
Diziler, filmler, şarkılar, kitaplar çoğu zaman, hayatın karmaşasından, acımasızlığından yorulup, kaçtığımız sığınaklar değil mi? İşte Cecilla'da kendi korkunç hayatından bir nebze uzaklaşabilmek için, kasabadaki sinemada oynayan bütün filmlere gidiyor. Bazılarına biraz fazla belki :)
İşte Cecilia tüm bu günlük dertlerden sıyrılmış, büyülenmiş bir şekilde koltuğunda otururken, filmin kahramanı atlayıp yanına geliyor. Birlikte salondan çıkıp, dış dünyaya karışıyorlar. Tabii film kurgusuyla gerçek hayat birbirine uymuyor. Filmde hiç bir efor sarfetmeden yaptığı şeyler, Cecillian'ın dünyasında bilmediği, şaşkınlığa uğratan durumlara sebep oluyor.
Tom Baxter beyaz perdeden atlayıp, Cecillia'nın yanına geldiğinde, filmdeki diğer oyuncular bir kaos yaşıyorlar. Filmin başrol oyuncusu gidince, bütün dengeler alt üst oluyor ve karakterler endişeli bir bekleyişe giriyorlar. 'Show must go on' yani 'Gösteri devam etmeli' diye bir tabir vardır ama gösterinin ne şekilde devam edeceğini kimse söylemiyor :) Sinema sektöründe ciddi bir kaos yaratan bu durumu çözmesi için Gil Sheapard'ı çağırıyorlar.
Bu sırada Cecillia ve Tom Baxter kendilerini romantizmin ve heyecanın büyüsüne kaptırıp, gidiyorlar. Tom'un öpüştükten sonra, bir sonraki aşamaya geçmek için, ışıkların sönmesini falan beklemesi oldukça komikti.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, karakteri canlandıran oyuncu Gil Sheapard da resme dahil oluyor ve o da Cecillia'ya aşık olduğunu söylüyor. Dahası onu hayatının seçimini yapmak zorunda bırakıyor. Siz olsanız ne yapardınız? Ben ciddi bir ikilemde kalırdım. Kurgu mu? Gerçek mi? Cecillia hangisini seçecek, hayran olduğu Gil Sheapardı mı? Yoksa maceperest, arkeolog, kaşif, romantik vs. Tom Baxterı mı? Sonunda kederli hayatında kurtulup, mutluluğu bulabilecek mi?
Klasikleri anlatmak, yorumlamak haddim değil diye düşünürüm. Hele de bu kadar ciddi sinema yorumcusu varken. Ama hep söylüyorum benim amacım didaktik olmadan, filmin bana hissettirdiklerini aktarmak. Kendimce, dilim döndüğünce.
Başka bir filmde duymuştum. 'Gerçekler acıdır ve acıtır'. Fimde verilmek istenen mesajda tam bunu anlatıyor. Gerçek hayat, hoyrat, zor, düş kırıklığına uğratan acımasız bir dünyadır. Ancak kurgu- fantazi dünyası, sizi hayal kırıklığına uğratmaz. Oradaki erkekler hep mükemmel, hep çok romantik ve hep çok yakışıklıdır. Kadınlarda elbette, çok güzel, çok şanslı vs. vs. dir.
Woody Allen'ın en sevdiği, en başarılı bulduğu fimlerinden biri olan 'Kahire'nin Mor Gülü'nü özellikle Koresever arkadaşlara mutlaka öneriyorum. Ne tam bir komedi, ne de ağır bir dram. İzlemesi keyifli, hem gerçekçi, hem bir anlamda romantik. İZLEYİN!
2 yorum:
ben bu filmi izlerim :))
ben de sevmiştim.
Yorum Gönder